Popüler Yayınlar

27 Mart 2014 Perşembe

BİR DE BENİM İÇİN

2.bölüm
                Treni kaçırmıştım belki, ama bu bana gitmeden önce son kez balık ekmek yeme fırsatını verdi.  Bİr sonraki tren seferine kadar, nemli soğuğun altında, bir iskemlenin üstünde durgun bir bekleyiş... Kaderin kanıksanmışlığı, şuanda bana bur da olmam gerektiğini söylüyor. Şu gökyüzünden hızla inmeye başlayan şeylerin, birer melek olduğunu söylemek isterdim ama, ne yazık ki bunlar hızla düşen gök yaşları... Balık ekmeğim ıslandı, umutlarım kurudu, ve bu şehre lanet etmekle, minnet etmek arasında bocalamaya başladı hüsn-ü kuruntum.            Karanlık... Balıkçının hemen arkasında, yolun karşısında duran, yağmura meydan okuyan adamın bulunduğu yerde. Bana doğru akmaya başladı.
                 Karanlık... Adım adım bana doğru ilerliyor, kayboluyorum.
                 Karanlık... Hızlanmaya başladı, onu ben mi çağırdım yine?...
                Karanlık... şuan içimde beni yutdu... Beni küçük bir geçmiş yolcuğunu na çıkardı...
KARANLIK
                - Karanlıktan korkuyorum Çiğdem...
- Senin rengin siyah, sen neden korkuyorsun karanlıktan.? Şuanda senin rengin deyiz. Doğru değil mi Çiğdem, söyler misin şuna.
-Demek ki karanlıktan en çok siyah korkuyor. Asıl sen mavi, dans ediyorsun, bu daha garip.
-Çiğdem senin rengin nedir?
-Kırmızı.
-Sen korkuyor musun?
- Kaybolmaktan korkuyorum... Bulunamamaktan daha çok...
-Karanlık en çok beni yutuyor, senin ve Çiğdem'in, renkleri görülüyor. İzi kalıyor. Ama beni yutuyor. Benimle aynı rengi taşıyıp, beni yok ediyor. Ben yutulmak tan korkuyorum.
-Ya sen mavi, sen neden korkmuyorsun?
- Çünkü ışıkları ben söndürdüm...
                Bugün ışıkları ben kapamadım.  Üzerime çöreklenen İstanbul'un karanlığı bu... Bana sitem dolu bir veda ediyor olmalı, yada geri dönüş yolumu tamamiyle kapatmak istiyordur... Yağmur altında, karanlıkla dans...  Bastığım kaldırım taşları marmara ya özenmiş olacak ki, küçük küçük denizler haline geldi... Şuan karanlık suyun üzerindeki bir yansımayım... Rengini uzun yıllar önce kaybetmiş bir maviyim. Saçlarım yağmurla, yapışmış  alnıma. Yüzüm soluk kırmızı... Gözlerimin maviliğinden eser kalmamış... Biraz Çiğdem, bİraz siyah arkadaşım olmuşum, bilerek yada istemeden. Ama benden kırıntı yok suretim de, atlattım sandığım anıların rengin deyim... Siyah  deri bir ceket, kırmızı bir boğazlı üzerimde... Yansımama bakarken ayakkabılarıma ilişti gözüm, kahverengi botlarımın bağcıkları yüzüyor su birikintilerin de.  Yeniden yansımama baktım ve gördüğüm her şey bir suretten daha çok, bir silüet şeklinde, kayboluyorum yavaş yavaş siliniyorum...
  Büfenin ışığı söndü, balıkçının sesi kısıldı, sokak lambaları kıstı aydınlığını... Karanlığın midesine düştüm, sessizlik içinde öğütülüyorum... Tam sınırda dizlerimi kırıp oturdum, ve vatansızlaştım... Ne ileri ne geri adım atabiliyorum. 'Ahhh!' Derin derin aldığım nefesle, Sırtımın iki kanadına bıçak gibi bir ağrı saplandı, kapaklandım yere ' Yar-dım e-din' sesim çıkmıyor, ' S-ı-r-t-ı-m , s-ı-r-tım' elim duyuyor yardım çağrımı, dokunacakken acıyan noktama parmak uçlarımın yankısı eldivenlerime yapışıyor... ' A-a-a b-ur-num'. Parmaklarımı suya bastığımda, burnumdan kanlar damlamaya başlıyor elimin tersine. Kanıyorum, yanıyorum, acıyorum...  ' Offff ' son çıkan ağzımdan derince verdiğim soluk ve bırakıyorum kendimi...
                Garın Kapısından son kez, kaçtığım İstanbul'a kaçamak bir bakış attım. Yıllarca rengi mavi olan bu şehir bana artık karanlık... Anılarıma kara kalemle çizdiğim, yanık bir portre Haydarpaşa, ve O'nu kucaklayan tüm deniz... İki yaka asla birleşmiyor bu şehirde, kız kulesini kıskanan gemilerin bacaları, boğazın köprücük kemiğine sinen duman, ve  alametini bir türlü anlayamadığım kalabalık... Bİr hışımla çıktığım kaçış yoluna, nazikçe son vedamı edip giriyorum içeriye. Gidiş yönünde bulunan herkes benim kadar kırılmış, benim tek fazlalığım korku... Gelen yönünde ilerleyenler ise en az benim kadar korkuyorlar, ama onlardan farkım ben kırılmış bir halde bin bir parçayım.
                Gişede pasaport sorsalar yeridir, çünkü bir yabancı olarak gidiyorum bu milat dan önceye dayanan, bir özelliği dışında hiç hatırda kalamayan şehre. Renksiz bir şehre...

                Zaman bazen, yürümeye başlayan küçük bir çocuk gibi hızla büyür. Şuan olduğu gibi. Nereye doğru sürüklendiğimi bilmediğim bir anda, saatler, dakikalar, akrepler, yelkovanlar, sonucu hızla göstermek ister gibi bana, koşturuyorlar zamanda. Duraktayım, bekliyorum, trene son, beş, dört, üç, iki, bir dakika... Vagondayım, 9. kompartıman da, 1. koltukta, oturdum, yorgunum, uyumak istiyorum, hareket etmek bir anda. Bu hızın hiç kesilmemesini istiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

www.webdiyari.net